Günümüzde, hem ulusal ve hem de küresel ölçekteki ilişkiler, özel koşullar dışında, KARŞILIKLI GÜVEN üzerine kuruludur. Eğer güven bozulursa ilişkilerdeki istikrar da bozulur. Oluşan güvensizliğin boyutlarına göre, oluşan ve oluşacak irili ufaklı krizler mevcut ilişkiler sistemini bozabilir, hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir...

Önce kısa bir anı: 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde öğrenci iken devrin borçlar hukuku hocası Sayın Prof. Dr.Necip Kocayusufpaşaoğlu " Borçlanma karşılıklı ortak iradeye dayalı bir sözleşmedir. Ancak yine karşılıklı ortak güvenle ortaya çıkar. Anlaşmadan doğan güveni bozanlar krize neden olurlar. İş mahkemeye giderse güveni bozan haksız duruma düşer." demişti. Daha sonra yaptığım araştırmada rahmetlinin doktora, doçentlik, profesörlük taktim tezleri ve çoğu makalelerinin ana konusu GÜVEN NAZARİYESİ ( TEORİSİ) idi.

Aile yaşamındaki eşler arası güven bozulursa aile krizi doğar; sonuç boşanmaya kadar gidebilir.

Ticarî partnerler arasındaki güven bozulursa aradaki iş ya da ticaret ortaklığı krize girer ve ortaklık sona erebilir.

Aynı güvensizlik arkadaşlıkta da dostluğu sona erdirebilir ve hatta düşmanlığa dönüşebilir...

Eğer devletler de karşılıklı olarak yaptıkları anlaşmalar ve imzaladıkları sözleşmelere uymazlarsa güvenin yerini güvensizlik alır. Böyle durumlarda kriz çok yakın demektir.

.....

Güvensizliğin temelinde ahlaki, hukuki, ticari, ekonomik, siyasi, kültürel ... bağlantıları oluşturan normları ve temel kuralları, yani eski bir deyimle, ahde vefayı göz ardı etmek, hatta bazen hiçe saymak vardır. Eğer bu vefasızlık ve güveni bozma bilerek ve isteyerek güce ve tehdide dayanırsa ortaya zorbalık ve zulüm çıkar.

Demokratik rejimlerde, bir ülkeyi yönetenlerin ya da siyasi iktidarların mutlaka bağlı olmaları gereken iki grup ana sözleşme vardır.

Birinci grup ana sözleşmeler O toplumun anayasası ve mevcut anayasaya uygun olarak, yetkili organlarca üretilen yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerdir. Bu sözleşmelerinin hepsinin bir yanında devlet, daha doğrusu mevcut siyasi iktidar; öbür yanında ise o ülkenin yurttaşları vardır.

Siyasî iktidarlar, hukukun üstünlüğünü benimsediği, anayasa ve yasalara bağlı kaldığı, yurttaşlarına karşı liyakat ve adalet ilkelerine içtenlikle uyduğu sürece istikrar devam eder. Ancak tüm yurttaşlar için, ayrımsız olarak, yasalar önünde eşitlik, adalet ve liyakat ilkeleri göz ardı edilirse yurttaşların zihninde mevcut siyasi iktidara karşı GÜVENSİZLİK oluşmaya başlar.

İktidar ve yurttaşlar arasında çıkan ya da çıkacak anlaşmazlıklar yargı kurumu tarafından adil ve hukuka uygun bir çözüme kavuşturulamazsa o toplumdaki hukuki, ekonomik ve siyasi istikrar krize doğru sürüklenir.

Bir cümle ile de, yargı bağımsızlığından da söz etmek gerekir. Gerçek demokrasilerde, yargı erkinin yürütme erkine, siyasi iktidara karşı bağımsızlığı olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak yargının bağımsızlığı, yargıçların başına buyruk oluğu anlamına gelmez. Tersine yargının patronu da anayasa, yasalar ve evrensel temel hukuk ilkeleridir. Yani yargı kurumları ve yargıçlar da anayasaya bağlı ve hatta bağımlı olmalıdır. Vicdan, hukuk kurallarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer. Aksi halde bir hukuk devletinden söz edilemez.

Siyasî iktidarları bağlayan ikinci ana grup normlar ise o ülkenin bağlı olduğu küresel anlaşmalar, imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve anayasa metnine dahil ettiği uluslararası hukuk normlarıdır.

Örneğin Türkiye, anayasasına eklediği bir madde ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını kendi anayasa ve yasalarından daha üstün tutmuştur. Türkiye deki yargı kurumlarının, AİHM kararlarına uymaları kendi anayasasının zorunlu bir emridir.

Ancak bazı yargı kurumları, bazen iç kamuoyu baskısı ya da mevcut siyasi iktidarların isteklerini de dikkate alarak, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına ve hem de AİHM kararlarına uymak istemiyorlar. O zaman da küresel bir hukuk ve adalet GŪVENSİZLİĞİ oluşuyor. Ülke bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyor. Yabancı ülkelerin ülke hukukuna karışmaları için zemin oluşuyor. Ülkenin dış itibarı ve istikrarı da yaralanıyor.

Bir hatırlatma da şudur. Evrensel nitelikteki din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları ihlalleri başka devletlerin iç işlerine müdahale hakkı doğuruyor...

Sonuç: 10 devletin büyük elçilerinin, bireysel olarak, görülen ve belgelenen hukuk ve hak ihlalleri konusunda, Türkiye'nin yetkili makamlarını uyarma hakları vardır. Ancak 10 büyük elçinin bunu hep birlikte ve adeta bir güç gösterisi şeklinde buyruk verir şekilde yapmaları hukuki değil SİYASİ bir mesajdır.

Sorulması gereken temel soru şudur. Türkiye hem yurt içinde ve hem de küresel ölçekte bu önemli GÜVEN BUNALIMINA VE SİYASİ KRİZE NASIL VE NEDEN SÜRÜKLENDİ? Niçin imzalamış olduğu hukuki sözleşme ve kurallara uyulmuyor. Mevcut siyasi iktidarın kendisine sorması gereken temel soru çok önemlidir.

Sorunu doğru ve güçlü olarak irdeleyip çözebilmek için muhalefetin desteğini almaya, muhalefetle birlikte hareket etmeye ve mutlaka ORTAK AKLA gerek vardır.