Bir yıldır Malatya'dan ayrı kalmanın bende oluşturduğu burukluğun eşliğinde yollara düştüm. Bir ağustos günü ayrılmıştım bu şehirden. Yine bir ağustos günü dönüyordum. İki ağustos arasında o kadar zaman geçmiş ki bunu bir yıl ile sınırlandırmak zaman kavramına haksızlık olur. Zamanın durup durup ilerlediği bir yıldan fazlasıydı benim için. Mevsimler, ayları öyle tasarruflu kullanıyordu ki sanki bilinenden fazla mevsim yaşamıştım. Vuslat zamanı geldiğini düşünerek Ankara’dan yola çıktığımda tarifsiz duygular içindeydim. Basından, tanıdıklardan aldığım haberlerle kendi gözümde göreceklerim arasında nasıl bir denge kurulacağını merak ediyordum.
Şehre ilk girişimde uzun yıllardır kaldığım bu kentte anılarım bir hesaplaşma telaşına girdi. Kentin içine doğru yol aldıkça yüreğimde derin yaraların açıldığını hissettim. En az deprem tahribatı kadar ve tanımlayamadığım duygular zihnimde yoğunlaşırken bir an her şey gözümde sabitlendi. Karmakarışık duygular arasında mantığın yaşamsal iksirinden yararlanmayı düşünmeden yola devam ettim. Bir süre duygularıma teslim olmanın doğru olacağını düşündüm. Çünkü tüm bağların ilk ilmeğini duygular atar, sonra mantığın kulvarında düşüncelerin dizginlendiğini iyi biliyordum.
Bu duygu ve düşünceler eşliğinde şehrin kalbi olan merkezinden geçerken yıkılan yerlerin yerine inşa edilen binalar ve eski mimariden kalan masum binalar arasındaki uyumsuzluk yüreğime kor gibi düştü. Kentin merkezi asimetrik mimarinin tüm tonlarını bir araya getirmeyi başarmıştı! Büyük bir firmaya ait olan çok katlı bina ise etrafında inşa edilen yeni binalara yukarıdan bakmanın mağrurluğunu yaşıyordu! Kentin diğer yerlerinde ise kaderine terk edilmiş binalar, güçlendirme tabelaları, ayakta sağlam duran binalar, yıkılmış ve yeri düzleştirilmiş apartman zeminleri anakronik zamanı simgeleyen bir görüntü oluşturmuştu. Tüm olup bitenlere rağmen şehir ayağa kalkmaya, yaralarını sarmaya, direnmeye ve burayı terk etmeyen insanlara umut mesajlarını verir gibiydi. Hüzün ve umut birbiriyle yarışırcasına bir gelecek çizmeye çalışıyordu.
Yıllarca hayat mücadelesini sürdürdüğüm ve duygu dünyamda önemli yeri olan bu şehirde anılarımı biriktirdiğim birçok mekân yok olmuştu. Belleğimde yer edinen mekânlar ve oralarla özdeşmiş bazı alışkanlıklarımız yerle yeksan olmuştu. Mimari yapıların eşlik ettiği yaşamsal mekânların boş bir tarlaya dönüşmesi ise en acıklısıydı. İstanbul Pasajında eğitimci dostlarla takıldığımız çay ocağı rezerv alan ilan edilmiş ve etrafı bariyerle çevrilmişti. Sohbet ettiğimiz, tartıştığımız, gülümsediğimiz, yaşama dair duygu ve düşüncelerimizi paylaştığımız, hatta dedikoduların hayat bulduğu bu mekân sessizliğe bürünmüştü. Böylece bu şehirde hayatımıza tanıklık eden önemli yerlerden biri daha bizlere veda etmişti. Birçok cadde, sokak, mekân kendini imha edercesine bir yok oluşun kaderini yaşamıştı. Buradaki sosyal hayat sadece bunlardan ibaret değildi. Şehirden ayrılan dost ve akrabaların bir kısmı da artık yoktu. Her şey yarım her şey eksik ve her şey karmaşık bir evreye geçmişti. İki yüzü zıt yönlere bakan Roma Tanrısı Janus gibiydi şehir. Bir taraftan hüzün bir taraftan umudun yeşerdiği ve insanların gelecek kaygısını "iyi olacak " temennisi umut sarkacında hayat bulmaya çalışıyordu. Kentten uzun süre uzak kalmanın getirmiş olduğu değişim beklentisi benim için artık çok uzaktaydı. Şehrin fiziki labirent yapısı ile benim düşünce labirentindeki çıkmazlar hiçbir yerde kesişemiyordu.
Duygusal dünyamdan çıkıp şehrin insanları ile konuştuğumda sorunları ifade etme konuları benzerdi. Normal hayata adapte olmaya çalışan kent sakinlerinin arada artçı depremlerin olması insanların ruh haletine fazlasıyla yansımıştı. Konteynır kentte yaşayanlar, yıkılan iş yerini başka yere taşıyanlar, hayata yeniden başlamak zorunda kalanlar ve yakınlarını kaybedenlerin acısını her gün yüreğinde hissedenlerin şehri Malatya, insana insanlık dersi veren bir laboratuar gibi. Bu büyük depremden sonra psikolojisi alt üst olan çocukların bu yaşlarda hikâyelerine eklemlenen trajedi gerçekten ağır bir yük oluşturmuş. Herkes yarına umutla bakmak istiyor. Ama birbirini tamamlamayan o kadar çok şey var ki...
Şehri eski konumuna kavuşturmak ve insanların buradan ayrılmaması için mücadele eden kent yöneticileri bunu ne kadar sürede düzeltebilirler bilemiyorum ama işleri hiç de kolay değil. Rant savaşları, halkın beklentileri ve ekonomik imkânlar düğümü nasıl çözülür? Şehir bu olup bitenlere çözüm bulma arayışında yeni alternatifler yaratabilir mi? Soruları bir yerde duruyor. Olup bitenler İtalyan Halk Tiyatrosunun sloganı gibi; "Her şey çok basit, tek kelimeyle karmakarışık"