Burası Dünya, Her şey Yarım Kalır

“Hüzün, mutluluğa ramak kala yakalar bizi…”

Telefonum çaldı, arayan Refik Hocaydı. “Burası dünya, her şey yarım kalır! Ne dersin Hocam? ”dedi. İçten ağlamaklı oldum, Gözlerim doldu. “Bu söz, onun için söylenmiştir”. dedim, telefonu kapattım. Dostumun mezar taşına yazılacak “sözdü” bu, isabet olmuş, dedim. Belki sonra mezarının bir tarafına bir şiirinden birkaç mısra yerleştiririz, diye düşündüm. Şiiri ve müziği çok severdi. Gönlü engindi, sesi dolu doluydu.

Avazında kuş sesleri ve bir bahar öncesi hüzün... Bir asır biriktirmişiz sanki... Bir şehrin caddelerini, caddelerindeki ağaçlarını, çarşısındaki merhabalar, güleryüzleri... Muradına ermiş miydi, tam kestiremiyorum. Hasretleri vardı hepimizin, hüzünleri. Yüreğimiz engindi ve ezgiliydi, türküleri vardı. Türkülerimiz, şiirlerimiz vardı. Dr. Ali’nin eşlik ettiği akşam söyleşileri, Mehmet’in demlediği çaylar, Raşit’in yaz davetleri, Abdülkadir Hoca’nın ziyaretleri, Işıl Hocanın esprileri eksik olmazdı. Uzunca oturduğumuz öğretmenevi divan salonu, türküler, ezgiler, şiirler, felsefe tartışmaları, il dışından gelen misafirlerle dolup taşardı… Şehrin ufkuna, yüreğine dokunmadan durmazlardı. Büyük keyif alırdık her birimiz. Burası aynı zamanda dost meclisiydi, entelektüel bir yüzü vardı bir de sohbetin, tatlı tartışmaların.

Geceye türküler damgasını vururdu en çok. Ve her türkü, bir hikâyenin dile gelmiş haliydi. Kimisi uzak diyarlarda beklenen sevgiliyi anlatırdı, kimisi bir memlekete duyulan hasreti. Her ezgi, bir kalbin sesiydi aslında; susmuş kelimelerin, yankılanan duyguların ifadesiydi. Çarşının taşları, üzerine basan ayaklardan hikâyeler biriktirirdi; caddelerde esen rüzgâr, yaprakların hışırtısına karışırdı. Hepsi vardı sofrada. Gün ışığı, yağmur bulutu, kim/sessizlik, çocukluk ve hasret duyduğumuz her şey… Fahri Kayahan’ın “Dert bende, kere bende”,  “Mendilin işle gönder” türkülerine herkes eşlik ederdi.

Malatya’da gün, ağır ağır akşama dönerdi. Herkesin yolu Murat’ın mekânından, öğretmenevinden geçerdi bir şekilde. Kamil, Sait, İbrahim Hoca, Çetin Hoca, Ali Hoca ve bilumum şehrin müstesna insanları… Bir çay, bir kahve ve elbette sohbet için gelinirdi, hem pencereden dışarıya bakardı Murat, en çok da Rasim’i görürdü. Yüksek sesle çağırır, espriyi patlatırdı. Bazen Yusuf’la mesai sonrası yanına uğrardık, çekmecesinden çikolata çıkarır, kahve ısmarlardı. Eğitim adına da birkaç laf etmeden durmazdı. Musa’ya, Bülent’e arada birlikte uğrar, uzun uzun sohbet ederdik.

Gökyüzü mavinin, morun, kızılın ve gri tonlarının içinde salınırken, sokak lambaları birer birer yanardı. O vakit, şehir biraz daha içine çekilirdi; bir köşede derin bir nefes alır gibiydi. İnsanlar yorgundu, ama umutları hala sıcacıktı. Belki bir gün, hasretleri dinerdi. Belki bir gün, muratlarına ererlerdi. Ama o güne kadar, türküler onlarla kalacaktı; içlerini ısıtacak, yüreklerini teselli edecekti. 6 Şubat öncesi, başka bir şehir vardı çünkü capcanlıydı, güzel zamanlara ev sahipliği yapmaktaydı.

Şiirden söz ettiğimiz zamanlar çoğunluktaydı. O, İsmet Özel’den, Ahmet Arif’ten okurdu. Ve şehir, her gece kendi sessiz duasını ederdi. "Bütün yollar sizi iyiliğe çıkarsın," derdi rüzgâr. "Gözyaşlarınız bir gün mutluluklara karışsın," diye fısıldardı caddeler. "Yüreğinizdeki türkü hiç susmasın," diye eklerdi yıldızlar. Böyleydi işte; şehir de insan gibiydi. O da hasret biriktirir, o da hüzünlenirdi. Ve o da, ezgili bir yürek taşırdı içinde. Bunu en çok Murat’ın yüreğinde gördük. Türkülere yeniden can verirdi sesi. Her birimizde onun birkaç söylediği türkünün kaydı vardır.

Gece ilerledikçe sokaklar sessizleşir, yalnızlığın hükmü başlardı. Fakat bu yalnızlık bir hüzünden öte, bir teslimiyet gibiydi. İnsanlar evlerine çekilirken, şehir kendi nefesini dinlerdi. Rüzgârın taşıdığı ezgiler pencerelere çarpar, perdelerin ardından içeri süzülürdü. Her evde farklı bir hikâye, farklı bir umut vardı; ama hepsinin ortak paydası, geçmişten geleceğe taşınan aynı özlem ve aynı türkülerdi. Bazen telefonun çıkarır: “Durun biraz, Necdet Abi de dinlesin muhabbeti, arıyorum” der uzaklardaki dostlara kadar ulaştırırdı sesimizi. Hoca, güzel karşılıklar verir, gecemize, sohbetimize renk katardı.

Bir zamanlar bu sokaklarda yankılanan çocuk kahkahaları, çınlayan çekiç sesleri, pazarlarda yükselen çağrılar artık rüyalarda yaşamaya başlamıştı. Şehir, bir insana benzerdi; yaş alır, anılarla dolardı. Kimi anı gülümsetir, kimisi yürek burkardı. Ama hiçbir anı, unutulmak istemezdi. Deprem ve yıkım kadardı ölüm…

Gökyüzünde bir yıldız kayar, bir dilek tutardınız belki. Dilekler, kiminin dudağında sessiz bir mırıltı, kiminin kalbinde ağır bir fısıltıydı. Şehir, bu dileklerin tanığıydı. Her kayan yıldız, gökyüzüne yazılan bir sırdı. Oysa dilek tutmayı unuttuk, ağladık yalnızca o yıldız kaydığında.

Güzel zamanlarda şarkılar vardı. Ve sabah, usulca şehri uyandırırdı. Güneş, eski taşların arasına sızar, ağaçların yapraklarında oynamaya başlardı. Bir kahve kokusu yükselirdi çarşıdan; yeni bir gün, yeni umutları beraberinde getirirdi. Ama geçmişin gölgesi hep yakında olurdu; çünkü insanlar biriktirdiği anılarla yaşardı. Şimdilerde, yıkılmış ve dümdüz olmuş çarşılar, kahvehaneler, kitapevleri, camiler, konakların yalnızca yıkıntıları var, yakında onlar da olmayacak. Her gün ufalıyor canım şehir. Arkadaşlarımın çoğu şehir merkezine uğramadan geçiyorlar, yıkım onlara dokunuyor, biliyorum. Murat bu yıkımı görmedi, göremedi. Tam beş önce çekip gitti aramızdan.

Türküler susmazdı genellikle, ama o gün sustu.  Yeni bir gün başladığında bile, eski zamanlar kendi hikâyelerini anlatmaya devam eder elbette. Ve biz, bu şehirle birlikte, kendi türkümüzü söylemeye devam edemedik ne yazık ki.

Her adım, her nefes, her bakış, o türkünün bir dizesiydi. Şehir bizimle yaşıyor, biz şehirle nefes alıyorduk. Sonsuz bir döngüydü bu; hüzünle mutluluk arasında bir yolculuktu. Ve o yolculuk, hiç bitmeyecek gibiydi. Şiirlerini yayınladığımızda, şehrin bir nebze de olsa kokusunu yeniden aldık. Ölümünün ilk yılında onu güzelce andık, güzel dostlarla. Şehre gelirken, önce mezarına uğruyorum, onunla selamlaşıyorum sonra gidiyorum. Buraya, mezarına gelmezsem gücenir, biliyorum, gönül koyar.

Bir deprem, kıyamet öncesi kaybettik seni. Büyük bir sürpriz yaptın, ağlattın sevdiklerini. Kalbin neye yenik düşmüştü bilemedim. Bir Şubat günü çok üşüdüm. Bu benim en uzun üşümemdi, o mezarlıkta. Kalabalıktı ama yalnızdım... Yağmur yağıyordu, uzun bir kuraklıktan sonra... Ne çok sevenin vardı bu şehirde, bir kez daha gördüm.

Toprağın kokusu yağmurla birlikte burnuma doluyordu. O kokuda geçmişin bütün anıları gizlenmişti sanki. Gülüşün, son vedan, arada kalan sessiz bakışlar... Hepsi birer yankı gibi şehirde dolaşıyordu. Ama o gün, hiçbir şey ısıtamıyordu bizi. Üstelik büyük deprem daha olmamıştı. “Benden sonra kıyamet kopacak!” diye yaptığın espri aslında gerçek olacaktı.

İnsan, toprağa bıraktığı sevdikleriyle birlikte bir parça da kendini bırakırmış. O gün bunu bir kez daha anladım. Ellerim titriyordu, ama soğuktan mı, yoksa yüreğimin yükünden mi, bilemiyordum. Mezar taşına uzun uzun baktım, sanki hâlâ burada olduğunu söyleyen bir iz gibi.

Yağmur hızlandıkça insanlar yavaş yavaş çekildi, ben kaldım biraz daha. Islanan saçlarıma, üşüyen ellerime aldırmadan öylece durdum. Toprağın altındaki o sessizliğe ulaşmaya çalışıyordum. Sana bir şeyler söylemek istiyordum, ama kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Gözyaşlarım yağmurun içinde kayboluyordu; belki de o yüzden kendimi biraz daha yalnız hissediyordum.

Zaman durdu sandım o an. Rüzgâr esmiyor, sadece yağmur yağıyor... Bir an için, yitip giden tüm hikâyeler gözümün önüne geldi. Seni kaybetmenin acısı bir dalga gibi üzerime vurdu; ama o dalganın altında ezilmedim. Çünkü bir yerlerde, o yağmurun sesinde, senin sesini duyduğumu sandım. Bir türkü gibi... İnce, hüzünlü, ama umut dolu. Malatya, gençliğimin şehri, türkülerimin, türkülerimizin adresiydi ne de olsa…

O mezarlıkta ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: O gün, o Şubat soğuğunda, seninle vedalaşmadık. Elbette helalleştik…

Çünkü insan sevdiği dostlarını tam anlamıyla uğurlayamaz. Sen hâlâ buradasın. Yağmurda, rüzgârda, türkülerde... Ve ben her türküde biriktirdiğimiz dostluğumuzu bulmaya devam edeceğim, adını burada sayamadığım diğer dostlarımızla birlikte.

Murat, "Muradına ermiş miydi" sorusu, hepimizin yüreğinde bir cevapsızlık bırakıyor… Hasretlerimiz ve hüznümüz, her biri bir türküye, bir şiire, bir hikâyeye, dönüşerek yankılanıyor.

“Burası Dünya, her şey yarım kalır!”