“Doğa ile savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.”
Hubert Reeves
Yaşamımızın olmasa olmazı olan doğa, son dönemde insan odaklı bir biçimde inanılmaz bir hızla tahrip ediliyor. Öyle olsa da insanoğlunun ve içinde yaşadığımız gezegenin yaşanabilir olması için bu iki unsurun birbirlerine kopmaz bir bağla bağlı olduğunun artık farkındayız. Geride kalan birkaç yıldaki küresel felaketler: COVİD 19 salgını, çekirge istilası, aylarca süren yangınlar, büyük ölçekli sel felaketleri doğanın bizden intikam aldığının işareti olarak birçoğumuz tarafından kabul edilmekte veya doğanın bize bir işareti olduğu şeklinde zihnimizde düşünceler oluşturmaktadır.
İklim krizi, enerji krizi, gıda krizi, çevrenin korunması, Yeşil Ekonomi vb kavramlar sadece akademik çevrelerde tartışılan konular olmaktan öte, günlük hayatımızda karşımıza çıkan ve geniş bir kesim tarafından tartışılan, yer yer bu yönüyle eylemselliğe neden olan kavramlar olarak günlük yaşamımızda karşımıza çıkıyorlar. Bu eksende çevreye sahip çıkma ve bilinçlenme artmakta, bu bağlamda her geçen gün çevreci hareketlerin sesleri biraz daha gür çıkmakta.
Hal böyle olmakla birlikte, sermaye birikiminin yol açtığı tahribat, doğal ortamlar kıtlaştıkça daha da vahşileşmekte, çok uluslu şirketler doğal yapısı bozulmamış ülkelere yönelmekte, adeta bu ülkeleri sömürgeleştirmektedirler. Kendi ülkesindeki madenleri tüketen devasa şirketler daha da büyüme hırsıyla geri kalmış/gelişmekte olan ülkelere sermeye ihracı vb. biçimde yerleşmekte küreselleşmenin nimetlerinde sonuna kadar faydalanmaktalar. Son 50 yılda çok uluslu devasa sermayeli şirketler Dünyanın en ücra köşesine giderek o bölgelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini tahrip etmekteler.
Ne yazık ki dünyamız, bugün milyonlarca yıldır koruduğu doğal yapısını hızla kaybediyor. Hiçbir dönemde bu hızda dünyamız tahrip edilmemişti. Bugün dünya ekonomik modeli olan kapitalizmin büyüme daha da büyüme ihtiyacı; enerji üretimi, sanayi ürünleri üretimi, gıda üretimi ve bunları çeşitli reklam araçlarıyla tüketiminin pompalanması doğal dünyamızı yok olmayla karşı karşıya bırakmakta.
Çok uluslu sermaye şirketlerinin küreselleşmenin de sağladığı imtiyazlardan yararlanarak yürüttükleri faaliyetler sonucu son 50 yılda; laboratuvarlarda ve büyük çiftliklerde toprağa ve iklime uyumlu hale getirilen genetiğiyle oynanmış tohumlar daha yüksek verim almaya yol açtı. Ekilebilir alanlar, hayvan yemi ve biyoenerji üretimine yönelik ürünlerin ekildiği alanlara dönüştü. Böylece insanlığın binlerce yıldan bugüne yarattığı tohum çeşitliliğinin 3/4 son yüz yılda yok olup gitti. Çiftliklerde yetiştirilen büyük baş hayvanlar doğada bir adım atmadan bu çiftliklerde soya ve benzeri ürünlerden elde edilen yemlerle yetiştirilip tüketime sunulmakta. Daha çok verim için toprağa atılan her gübre hem atmosferi, hem de toprağı olumsuz yönde etkilemekte.
1950 li yıllardan günümüze kadar devasa deniz araçları ile denizler ve deniz ürünleri korkunç denecek kadar tahrip edilip kirletildi. Bugün avlanma bölgelerinin 3/4 kaybedildi. Büyük balık türleri erken avlandıklarından üreyemeyerek nesilleri tükendi. 1950’li yıllardan günümüze avlanan balık sayısı: 18 milyon tondan 100 milyon tona çıktı.
Her yıl 13 milyon hektar orman yok edilmekte, bu alanlar biyoenerji elde etmek için tarım alanlarına dönüştürülmekte. Bunun sonucu olarak bu alanları kullanan canlı türleri ise bir daha geri dönmemek üzere yok oluyor.
Artık dünya nüfusunun % 20’si ayrıcalıklı bir kesim olarak mineral kaynakların % 80’ini tüketiyor. Maden kaynakları bu yüzyıl son bulmadan tükenecek. Uzmanlar sanayi tesislerinin gaz salınımı sonucu oluşan küresel ısınmanın şimdiden kıta buzulunu, 40 yıl öncesine göre % 40 incelttiği görüşündeler.
Çok uluslu şirketlerin gittikçe artan büyüme hırsları bize bahşedilen yaşam döngüsünü her geçen gün biraz daha bozuyor. Bu şirketler tarafından doğanın vahşice tahribi sonunda içilebilir suyun her geçen gün azalması, yakın bir tarih olan 2025’li yıllarda 2 milyon insanın içilebilir suya ulaşamayarak susuzluktan etkilenebileceği tahmin ediliyor. Buzulların eriyip suların yükselmesi sonucu 2050 yılına gelindiğinde, 200 milyon iklim mültecisi kıyı şeridinden uzak ülkelerin karşısına çıkabilir. Doğada hava, su, toprak ve ağaç bir birine sıkı sıkıya bağlı; şimdiden dünyanın oksijen kalbi olan Amazon Ormanları % 20 küçüldü. Dünya’nın geleceği tüm bilinmezliğiyle İnsan ırkının karşısında duruyor.
İlerlemeler, insanlara vaat edilenler; gerçeklerden çok uzak. Yoksulların yarısı zengin ülkelerde yaşıyor. Dünya zenginliklerinin yarısı, dünya nüfusun % 2’sini oluşturan zengin bir kesimin elinde. Bugün her 6 kişiden 1’i sağlıksız ve yaşam standartlarının çok altında, su ve gıda ihtiyacını karşılayamadan yaşıyor. Günümüzde her 4 kişiden 1’i 6 bin yıl öncesinin imkânlarıyla yaşıyor, yalnızca doğanın mevsimden mevsime sağladığı enerjiyle yetiniyor. Dünya üzerinde 1,5 milyon insan bu şekilde yaşamını sürdürüyor. Bu rakam tüm zengin ülkelerin nüfusundan bile çok. Açlık 1 milyon insanı etkiliyor. Son 50 yılda ekilebilir alanların % 40’ı uzun vadeli hasar gördü. Dünya üzerinde yoksulluk hızla artarken çok uluslu şirketler, onlarsız yaşayamayacağımız kaynakları yok ediyorlar. Bunun sonucu her yıl 13 milyon hektar orman yok olurken kuraklık her zamankinden daha çok dünyayı sarıyor, hemen hemen tüm ülkeler bundan nasibini alıyor.
Dünya bunları yaşarken ülkemizin bu felaketten kaçamayacağı da bir gerçek. Türkiye’de de çevre sorunları giderek artıyor. İstanbul’da yapılan 3 köprü ve bağlantı yolları, yeni yapılan havalimanı, açılmaya çalışılan Kanal İstanbul, doğa harikası olarak nitelenen Cerattepe’de maden ısrarı, Karadeniz’deki HES’ler, Konya-Karaman gibi tarım alanlarının bulunduğu yerlere termik santral izni verilmesi, bakir koylarda yapımına izin verilen nükleer santraller, Karadeniz’de yaylaları bir birine bağlayan Yeşil Yol Projesi, Ege’de termik santral yapımı için kesilen zeytinlikler, Kaz Dağlarındaki altın madenciliği, kıyı şeridinin ve sit alanlarının inşaat alanına çevrilmeleri, yine batı ülkelerinin artıklarının ithal edilmesi; çevreci hareketlerin yoğun karşı çıkışı ve protestolarına neden olmakta. Buna rağmen ülkenin bakir alanları, tartışmalı ÇED raporlarıyla gerek çok uluslu şirketler gerekse Türk şirketlerine bir vesileyle tahsis ediliyor. Bu tartışmalı tahsisler sonucunda imtiyazı eline geçiren şirketlerce, ülkenin bakir alanları acımasızca tahrip ediliyor.
Artık ülkemiz içinde tehlike çanları çalıyor. Sulak havzalarımız hızla tükeniyor. Bu alanları kullanan kuş varlığı yok oluyor. Akarsularımız ve göllerimiz fabrika atık sularıyla kirleniyor. Akarsulardaki balık varlığı neredeyse bitti. Karadeniz bölgesinde akarsular üzerinde yapımına izin verilen HES’ler bu akarsular ve çevresi üzerinde bir daha onarılamayacak çevre sorunlarına yol açıyor. Yer altı su kaynaklarının bilinçsizce kullanılması, tarım havzalarında devasa obrukların oluşmasına neden oluyor. Kaz Dağları gibi yaban hayatının olduğu ormanlık alanlar maden çıkartma uğruna yok oluyor. İstanbul’un oksijen kaynağı olan Kuzey Ormanları, havalimanı, Kanal İstanbul, 3 köprü ve yol çalışmasına kurban ediliyor. Bakir yaylalara yol götürülerek yapılaşmaya izin veriliyor. Koylarımız ve tarihi alanlarımız tahrip ediliyor.
Kısacası dünyanın iklimsel dengesini ellerimizle yok ediyoruz. Hala doğayı tahrip edip tükettiğimizin farkında değiliz. Aslında tükettiğimiz geleceğimiz, farkında mıyız?..